8 Ekim 2010 Cuma

TAŞA ÇARPAN KADINLAR

Benim için adeta efsunlu bazı kelimeler vardır. Onların temsil ettiği değerler içimi ısıtır. Başka bir dünyanın kapılarını açan sihirli anahtar gibidirler.
İşte bunlardan biride“emek” kelimesi. Bir tarafta toplumsal tüm zenginliklerin yaratıcıları, diğer tarafta ise bunların var oluşları için çekilen sancılar, zorluklar, acılar.
Emek yâda çalışmak… Yunanca’ da “doğum sancısı”, acı çekmek manasına geliyor. Tıpkı kadınca acılar gibi…
Kadınlar ve emekleri… Onların yok sayılmaları hiçte yeni değil. Tıpkı emek kelimesi kadar eskilere dayanıyor. Bu katlanarak artan ezilmişliğin ortadan kalkması da en az emeğin tarihi kadar uzun ve çetrefilli olacak. Çalışma hayatı içinde olan bizler; cinsiyetçi iş bölümü sonucunda ev işlerini, çocuk, yaşlı bakımını da üstlenmekteyiz. Toplumsal cinsiyetin belirlediği rolleri yerine getiren çalışan kadın, özel alanda da bütün yükü sırtlanmaktadır. İyi bir eş, iyi bir anne olmakla kodladığı bu cenderede çırpınmakta, tükenmektedir.
Ülkemizde kadınların ücretli iş piyasalarında görünmeleri daha çok “hemşirelik, öğretmenlik” gibi kadın mesleği olarak algılanan işlerde yoğunlaşmaktadır. Ücretsiz iş gücü bahsi erkeklerde işsizlik, kadınlarda da ev kadınlığı olarak tarif edildiğinden az konuşulur bir konudur. Aslında kadınlar “işsiz” değil “ücretsizdir. Çünkü ev içi emek ve üretim kadının emeği olarak tarif edilmeyerek, doğallaştırılıp, rahatlıkla görmezden gelinebiliyor. Kadınlar evlerine, çocuklara, yaşlılara doğası gereği bakar(!) Erkekler de doğası gereği kahvede, evde boş vakitlerini oyun oynayarak değerlendirirler(!)
Kadınların evin dışına çıkıp çalışma hayatın girmeleri iş dünyasında ne gibi değişimlere sebep olacağı hep tartışılan bir konu olmuştur. İlk başta akla eş, kız yâda anne rollerinden ayrı bir rolün yaratacağı kimliğin sevilebileceği gelir akla. Erkekle eşit, bağımsız olma ihtimalide unutulmamalı. Eve maddi katkının ortak hayatı rahatlatacağı, çocuklara daha iyi bir gelecek sağlanacağı düşüncesi kadına iş hayatında göreceli bir yer açar. Ancak yine de kadının çalışma hayatına girmesi çok fazla engeli aşmasıyla mümkündür. Öncelikle onun kazancı asli değil aile bütçesine katkı olarak değerlendirilir. Evli kadın hele bir de çocuk varsa, dışarıda çalışma isteğini bastırabilmektedir. İyi anne olmak demek çocuğa 24 saat kendisi bakan anne olmak ile eştir. Çalışan anneler bu basınçtan ağır bunalım yaşamakta ve bu bunalım kadınları yılgınlığa sürüklemektedir. Kadının birinci görevinin analık olması, ikinci görevinin herkese hizmet olduğu yaygın bir inançtır. Mutluluk için farklı iş alanlarında kendini var etmeye çalışan, ekonomik bağımsızlık istemiyle çalışma hayatında ki uğraşı mücadelesi kadına has bir ‘suçtur’.
İş hayatının zorluklarına sağlık işkolunda ki gibi nöbet usulü çalışan işlerdekileri ayrı sıkıntılar beklemektedir. Gündüz evde bulunmayan kadından da hoşlanmayan toplum yapımız, gece çalışma durumunda kalan kadının hayatını çok daha zorlamaktadır.
Önemli olduğunu düşündüğüm bir diğer konuysa ücretlerin gelişen teknolojiyle birlikte banka-matikler den alma konusu. Bu uygulamayla kadınların eşleri, babaları, v.s.gelirlerini denetleme işini çok kolay yapabilmekteler. Bu kartların çoğu zaten erkektedir. Kadına sadece harçlık verilir. Ayrıca kendi kartını alan kadın kendiliğinden isyan etmiş sayılır. Benim kazancım dese ortada senlik-benlik tartışması çıkar. Ailenin huzuru kaçar. Çalışma yaşamına “ben” olmak için giren kadın benliğini ne kadar bastırırsa aile huzurun o kadar korunur inancı yaygındır.
Doğum izni, süt izni, riskli işlerde gece çalışmaları gibi farklılıklar işverenler tarafından kadınları istenmeyen ilan eder. Yoğun işsizlik ve kriz anlarında çoğu vasıfsız işçi olarak tercih ettiği kadınları çıkarıp, yerlerine erkekleri alır. Böylelikle ücretler düşürülüp bir taşla iki kuş vurulmuş olur.%37 kayıt dışı çalıştırılan kadınların emeği gerçekten görünmez.
Kadınlar zor tutunabildikleri iş ortamlarından çıkarılarak; daha gelenekçi, bağımlı bir hayatın propagandası yapılabilmektedir böylece. Sıcak evinizde, çocukların başında, iyi bir eş, iyi bir anne modeli bu yolla övülerek yüceltilir. Birde buna Başbakanın “3 çocuk doğurun” önerisi eklenince kadınlarımız kapalı kapılar arkasına taşa çarpmışçasına parçalanabilmekteler. Çoğu yanı başımızda yaşadığımız, şiddete maruz kalan kadınlarımız; ikinci sayfa gazete haberlerine sıkışmaktalar.
O yüzden eşitlik, bağımsızlık ve daha iyi bir yaşam için evin dışına, görünen alana çıkmamız bizi hayalet emekten kurtaracaktır. Küresel baskılara ancak evrensel, yan-yana gelip, güçlenerek karşı durabiliriz. Eve kapanarak değil.
Sadece pozitif ayrımcılıkla değil, iş yerlerimizin, yaşadığımız alanların çocuklarımız ve biz kadınlar düşünülerek yeniden planlanması gerekmektedir.
Bunun için kadınların yoğun olduğu sağlık iş kolumuz başta olmak üzere tüm işyerlerinde; sendikamız SES ve konfederasyonumuz KESK’in 8 Mart 2009 da başlattığı “kreş hakkımız ve ebeveyn izni istiyoruz’ imza kampanyamız çok önemliydi. Şimdi bizler yeniden çocukların bakım hizmetinin bir kamusal hizmet olarak devletin sorumluluğu olduğunu tekrar ısrarla hatırlatacağız. Doğum izninden farklı olarak ücretli ebeveyn iznimiz soysal haklarımız arasında sayılmalı. Gerek çalışma hayatının toplumsal cinsiyete dayalı ayrımcılığından kurtulması, gerekse sağlıklı nesiller yetiştirme açısından kreş hakkımızı çok önemsiyoruz.
Bu sebeple bizler 6-7-8 Ekimde yakalarımıza “kreş hakkımızı istiyoruz” kokartları takacağız. Basın açıklamamızla 13 Ekimde çocuklarımızı işyerlerimize getireceğiz.
Analardır adam eder adamı. Aydınlıklardır önümüzde giden. Sizi de bir ana doğurmadı mı? Geleceğimize kıymayın efendiler… Sağlıcakla…

Serpil DENİZ
SES Manisa Şube Örgütlenme Sekreteri

Hiç yorum yok: